Kundgebung beim Bundesasyllager Flumenthal

1990/1996 Mezopotamya’da Kayıp Bir Neslin İsyanı

1990/1996 yılı, Kürt halkı için karanlık bir dönemin sembolüdür. Mezopotamya’da, inkar ve asimilasyonun en üst seviyeye ulaştığı bu yıllarda, yokluk ve yoksullukla terbiye edilmeye çalışılan Kürt çocuklarının isyanı alevlendi. Türkiye, Kürtlerin yaşam damarlarını kesip adeta kangren haline getirdi. Bir halkın dilini, kültürünü, doğasını ve hatta en basit insani davranışlarını, örneğin bir ıslık çalmayı bile yasaklayan faşist bir zihniyetin baskısı altında bırakıldı Kürtler. İnsan hakları ihlalleri sistematik bir şekilde uygulanırken, Kürt halkı yalnızlığa terk edildi.

Kürdistan’da ve Mezopotamya’da yaşamın her alanı yavaş yavaş yok edildi. Çocuklar, ana dil, kültür, hayat, doğa, kuşlar, ceylanlar, yılanlar, karıncalar… Hepsi bu yok edici politikalara kurban gitti. Yaşamın cehenneme dönüştüğü bu koşullar altında, bir halkın ayakta kalmak ve onurunu korumak için isyan etmesinden daha doğal ne olabilirdi? Bu zulme karşı durmak, direnişin meşru bir hakkıydı.

Ancak bu mücadele ağır bedeller gerektiriyordu. 15 yaşımda, Kürt olduğum için yıllarca işkencelere maruz kaldım. Daha 17 yaşındayken cezaevine atıldım. Tek suçum, Kürtçe gazete dağıtmak ve Kürtçe konuşmaktı. Türkiye’nin imzaladığı uluslararası insan hakları sözleşmelerine rağmen, ifade özgürlüğüm elimden alındı. Yıllarca korkusuzca direndim ve inandığım yolda devam ettim. Ancak ölümle burun buruna geldiğimde, bir an durup düşünmek zorunda kaldım. Çünkü bir ailem vardı; çocuklarım ve hayat arkadaşım. Onların geleceğini düşünmek zorundaydım. Ailem, bir babanın yokluğuyla baş etmek zorunda kalmasın istedim.

Bu yüzden, önümde tek bir yol kaldı: Ülkeyi terk etmek. Kendimi herhangi bir Avrupa ülkesine atmayı planladım, ama beni nelerin beklediğini bilmiyordum. İçimde hep bir umut, bir iyimserlik vardı. Rotamı Bosna-Hersek, Sırbistan ve Macaristan üzerinden çizdim. Ancak, Türkiye’de yaşadığım tüm zorlukları Slovakya’da da yaşayacağımı bilmiyordum.

Sabahın erken saatlerinde, Çekya polis kontrol noktasında durdurulduk ve resmi işlemlerden sonra 14 kişiyle birlikte Slovakya polisine teslim edildik. Slovakya polisi, bizi aldığında hemen anladım ki Çekya polisine hiç benzemiyorlardı. Bize, savaşta yakalanmış esirlermişiz gibi davranıyorlardı. Slovakya’da polis nezaretinde kaldığımız süre boyunca kimseyle iletişim kuramadık. Yanımızdaki aileler ve çocuklar, saatlerce aç ve susuz bırakıldılar. Bu durum, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 25. maddesinde belirtilen, her insanın yeterli gıdaya erişim hakkını açıkça ihlal ediyordu.

Tüm işlemler tamamlandığında, 14 kişiden sadece iki kişi tutuklandık. Üzerimde tüm belgelerim vardı ama tutanaklara sadece sürücü belgem ve banka kartım kayıt altına alınmıştı. Kimlik kartım ise polis memurunun elindeydi. Bu hukuksuzluk ve keyfi uygulama, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesine aykırıydı.

Medvedov’da bir cezaevine götürüldüm. Burada her türlü psikolojik baskı ve şiddetle karşılaştım. Kendime sık sık şu soruyu soruyordum: Yanlış olan ben miydim, yoksa bu zalim sistem mi? Slovakya cezaevinde, çırılçıplak soyunmaya zorlandım. Bu, açıkça Avrupa İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’ne aykırıydı. Kapı mazgalından yüzüme bağırmalar ve fiziki işkence dahil her türlü aşağılamaya maruz kaldım. Tuvaletten su içmeye zorlandım. İletişim kurmak için ne tercüme ne de tercüman sağlandı; önümüze konulan her belgeyi imzalamak zorundaydık, çünkü başka çaremiz yoktu.

Medvedov’daki cezaevinde, tek tip mahkum üniformaları giymek zorunda bırakıldık ve 60 kişiyle birlikte, her biri 4 ya da 6 kişilik hücre tipi odalarda kalıyorduk. Haftada bir saat bahçede yürüyüş izni veriliyordu, aksi takdirde hücrelerimizden çıkmamıza izin verilmiyordu. Tutukluluğun ağır koşulları nedeniyle hastalandım ve sadece bir kez doktor muayenesi alabildim. Ancak doktorun söylediklerini anlamadım, çünkü tercüman yoktu. Derdimi beden diliyle anlatmaya çalıştım, ancak doktor ilgisizdi. Bu durum, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesi olan insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele yasağına açıkça aykırıydı.

Marketten alışveriş yapabilmek için verilen listelerde, istediğimiz yiyecek ve içecekler için yüzümüze bağırıyorlar ve hakaret ediyorlardı. Ne benim ne de diğer 60 sığınmacı ve mültecinin tutukluluğunun nedenini bilmiyorduk. Bu sebeplerle, cezaevi koşulları nedeniyle açlık grevine başladım.

Tarih 26 Ağustos 2024. Şimdi İsviçre’den tekrar Slovakya’ya gönderilmek için bekliyorum. Adaletin tecelli ettiği zamana kadar direnmeye devam edeceğim. Sömürgeci kapitalist düzenin uyguladığı faşizm ve sömürüye karşı, tüm insanlık dışı uygulamalara direnmeye devam edeceğim. Çünkü insan onurunun korunması, evrensel bir haktır ve bu hak için mücadele etmekten asla vazgeçmeyeceğim.

Ekrem ŞANLI